KÜNYE
Yönetmen:Robert Zemeckis
Senaryo:Winston Groom (roman)Eric Roth
Oyuncular
Tom Hanks …. Forrest Gump
Robin Wright Penn …. Jenny Curran
Gary Sinise …. Lt. Dan Taylor
Mykelti Williamson …. Pvt. Benjamin Buford ‘Bubba’ Blue
Sally Field …. Mrs. Gump
Rüzgarda, rüzgarla hareket edebilmek için bir tüy kadar hafif olmak lazım. Rüzgarı istediğin yerden çekip alamazsın ama onsuz da uçamazsın. Gücün yetmez rüzgarları üflemeye, bulutları toparlayıp yağmur yağdırmaya. Uçabilmek ve gidebilmek için bir yerlere, onunla olmalısın. Ama rüzgar ne senin istediğin zaman gelir ne de senin istediğin yerden. Hayatın akışına bırakmayıp kendimizi, hep niyet ederiz rüzgar olmaya, bulut olmaya. Bir kuşun tüyü olsan da rüzgar seni bir yerlere götürse, bilmediğin bir yerlere… Korktuğumuzdan mı, hayatın ipi ellerimizde olsun diye mi, güvensizlikten mi gidemeyişimiz bilmem. Bu yoğun iç konuşmaya sebep Forrest Gump; “I am forrest, forrest gump”.
İnsanın hayatında yer eden filmler vardır. Benim filmim dersiniz; ne yönetmişsinizdir ne oynamışsınızdır, tek hisseniz izlemiş olmanızdır. Tuhaf bir mülkiyet problemi… Evet benim filmim Forrest Gump; üniversitedeyken sinemada izlemiştim iki kadim dostumla; biri şimdi Diyarbakır’da, diğeri kayıplara karıştı… Hayat bizleri alıp bir yerlere götürdü. Kendi adıma o zamanlar hiç tahmin edemeyeceğim yerler buralar. Bazı kitaplar ve bazı insanlar yaşam tarzı ve anlayışında büyük hedefler büyük umutlar aşılarlar insanlara; anlayamadığım hep şu olmuştur; herkes ekmek fabrikası sahibi olacaksa ekmekleri kim pişirecek. Ben bu konuda oldukça zayıfım herhalde. Benim, hiç büyük hayallerim, hedeflerim ve hırslarım olmadı dersem yalan olur, ama bunları çok büyük problem yapıp diretmedim, ölümüne koşmadım bunların arkasından. Böyle bir filmden aldığım zevkin sebebi bu olsa gerek. Bilemediğim geleceğe dair hangi büyük planlarımın olması gerektiğinden çok, hayatın bana ne vereceğini merak ediyordum ve onlarla ne yapabileceğimi. Rüzgar olamazdım ama, belki rüzgarı okuyabilirdim. İstediğim yerden getiremezdim rüzgarı ama gelene razı olabilirdim.
Filmimiz bir kuş tüyüyle başlayıp bir kuş tüyüyle bitiyor. İşte benim imrendiğim bu dahiyane hissedişler, sezişlerle yapılan anlatım. Bunların bende olmayışı galiba rüzgarı okuyamayıp içindeki sürprizlerden çok, kendi içimdeki tuhaf takıntılara takılmam. Hayat karşısındaki durumunuzu sembolize edip içinize ince ince işleyecek nasıl bir indirgeme olabilir, nasıl bir anlatım?
Filmde bir kuş tüyü havadan yavaş yavaş süzülür bir insanın omzuna, oradan bir arabanın üstüne, oradan bir insanın ayağına oradan da sevgi dolu bir bilge annenin oğluna okuduğu hikaye kitabının arasına. Duru bir müzikle bu görsel anlatım desteklenmiş, filmin içine içine alıyor insanı. Benzer bir anlatımı, Amerikan Güzeli’nde kamerasını elinden düşürmeyen problemli komşunun oğlu Ricky’nin kamerası ve anlatımıyla, bir torbanın rüzgarla hareketinde görmüştük. Niyeyse bizim için şaşalı büyük sözler büyük harfler olmalı anlatırken bir şeyleri, oysa sadeliğin gücü hep hâkim olmuştur estetiğe. Ve kadınlar bunu fark edebilselerdi; abartılı makyaj, şaşalı süs ve benzeri takıntı ve takıştırmalardan, kendilerini esir eden bu maskelerden kurtulurlardı. Maskesiz olmuyorsa, maskesiz aramak olur mu hiç. Ve filmde de Jenny’nin iç huzura kavuştuğunda makyajının da azaldığını görüyoruz… Gösterişin alabildiğince büyüdüğü zamanlarda insanlar küçülmüş tarihte. Sadelik insanı ve özünü daha da ortaya çıkaran bir zıtlık. Sanat insanı anlatmaksa eğer insanca; en büyük güç sadelik.
Forrest’ın sevgilime nasıl kavuşurum, nasıl para kazanırım, devleti nasıl kurtarırım, tarihe adımı nasıl yazarım gibi büyük kaygıları yok; çünkü sonuçlar üzerinden yaşama yön vermiyor, oradan bakmıyor hayata. Var olan şartları ve elindekileri en iyi değerlendirip sonucu düşünmüyor bile. Sadece var olanı yaşıyor. Peşinden koştuklarımız hep bizden kaçanlar mı ve kaçırdıklarımız hep yanımızdakiler mi? Önüne gelen seçeneklerin en iyisini yapıyor, yaptığı işe ve o ana tam konsantre oluyor.Yaşama baktığımız zaman gerek canlı gerekse cansız varlıkların “kaos” dediğimiz ortamda bir problemleri yok. Çok basit olan bir yaşamı karmaşa haline getirebilen varlık insan. İnsanın sahip oldukları, olmadıkları ve olmak istedikleri konusunda sebep sonuç ilişkisine dair bir problem söz konusu. Kompleks organizasyonlar, insanların bile hayretler içinde izlediği hayvanların oluşturdukları sistemlerde mevcut. Fakat insan kendini akıllı bir varlık olmakla diğer canlılardan ayırıyor. Bu işte bir tuhaflık var; uçmayı, barınmayı yüzmeyi ve benzeri bir çok oluşumu tabiattan taklit ederek bulabiliyoruz. İnsan karmaşa sahibiyken düzeni doğadan alıyor olabilir mi? Sistem, organizasyon gibi çoğu büyük girişimde insanlık büyük problemlerle ve hüsranlarla karşı karşıya kalmış. Kendi karmaşık yapısını çözemeden toplumsal bir mühendisliğe soyunan insan; “en ideal”, “en mutlu”, “en huzurlu” ve benzeri “en”leri için sistem tezleri, anti tezleri ve sentezleri ile yazılmış bir tarih. Teori mi yoksa pratik mi önde gidiyor tam bir muamma yoksa ikisi de beraber mi?. Bireysel yaşamda insanın kendi ile olan çatışmalarına çözüm bulamayıp psikolojide savunma mekanizmaları(!) denilen kendine yalan söyleme yeteneğini ve sanatını geliştirmiş biri, bir topluma nasıl cevap bulabilir acaba? Bu kadar karmaşa sahibiyken, mikro çözümler yokken, makro çözümlemelere cesaretin kaynağı nedir acep? 6 milyar insanı bir kalıba oturtabilme çaba ve fikri mi bizi hayvanlardan ayıran özellik?
Çoklu zeka sistemi son yıllarda üzerinde durulan bir kavram; duygusal zeka, işitsel zeka, görsel zeka ve benzeri bir çok zeka unsurunu bünyemizde barındırıyoruz. Forrest’ın bu konudaki açılımı da çok ilginç “Beni neden sevmiyorsun Jenny? Zeki bir adam değilim ama sevgi nedir bilirim.” Hepimizin aslında bihaber olup da en çok konuştuğumuz konu bu olmalı: sevgi. Hangi zekamızla seviyoruz acaba?
Çokça söylenen bardak ve su ilişkisi de bu filmde hâkim. Sahip olduklarımız mı yoksa olmadıklarımız mı bizi biz yapar? Herhalde her ikisi de hareket dürtüsü uyandırır insanda. Ama olumlu ama olumsuz… Yani sahip olduğunuz da olmadığınız da sizi motive edebilir, niye yok diye sahip olmaya çaba gösterirsiniz ya da niye yok diye içerlenirsiniz. Aynı şey sahip olunca da geçerli; sahibim öyleyse yapayım, sahibim daha ne yapayım gibi… Kısaca olumlu hareket için motivasyon her iki durum için geçerli -komplekslerimiz olmazsa eğer. Bu filmde de esas oğlanımız aslında normal IQ seviyesinin altında ve ayakları kuvvetli olmasına rağmen sırtı yamuk biri. Bu iki olumsuzluğun olumlu yanlarının ne olabileceği filmde anlatılmış. İlginç bir tespit ise askerdeki Forrest’ın niyeyse askerî eğitimi boyunca çok beğenilip komutan olabilecek bir IQ’ya sahip olduğunun tespiti, oysa okulda IQ’su çok düşük.
Filmin yönetmenini es geçmemek lazım, Robert Zemeckis. Zemeckis’sin anlatımındaki letafet gerçekten çok hoş. Ne hüzünde ne de öfkede aşırılara gitmiyor, kahramanımızı bir hayal kahramanı olmasına karşın bizden biriymiş gibi göstermek oldukça zor olsa gerek. Zemeckis, böylesine bir kahramanla empati kurmamızı kolaylaştırmış, özellikle mizah anlayışı hafife alınamayacak kadar anlatımda yer etmiş. Zemeckis, yapımcı, yönetmen ve senarist. Çok yönlü bir insan, unutamayacağımız filmlerinden bazıları şöyle; Geleceğe Dönüş serisi, Contact, Cast Away (yine Tom Hanks’le çalışmıştı) ve yakın zamanda Tom Hank’in büyük performansıyla, animasyon alanındaki en kapsamlı yapım olan Polar Ekpresi.
Esas Adamımız Tom Hanks’si es geçersek de filmin hakkını yemiş oluruz. Büyük yönetmenlerin beraber çalıştıkları büyük oyuncular vardır. Bir dönem Martin Scorsese için Robert De Niro, David Lynch için Kyle MacLachlan olduğu gibi filmimizin yönetmeni içinde Tom Hanks vazgeçilmezlerden… Hak vermemek elde değil; böylesine duru olup da mucizevi yaşamı olan birini oynamak… Ama şimdiye kadar ki hiçbir performansından olumsuz eleştiri almamış biri olan Hanks için çok da zor olmasa gerek.
Filme dönersek, esas adamımız hiç mi depresyona girmez; girer girmesine de çıkışı da sıra dışı olur. İlk önce annesini, sonra kavuştuğunu zannettiği sevgilisini kaybediyor. Yapayalnız kalıyor koskoca evde ve daha önceden hep Jenny’den duyduğu sözleri, içerden, derinden duyuyor, “Koş Forrest, koş” ve üç yıl, iki ay, 14 gün ve on altı saat koşuyor, niye koştuğunu bilmeden ta ki yorulduğunda bilge annesinin sözünü anımsayana kadar; “İlerlemeden önce geçmişini arkana al.” Annemizden birkaç alıntı daha yaparsak.
(Forrest’ın sırtı yamuk olduğu için ayaklarına büyükçe demirler takılmıştır) “Kimsenin, senden daha iyi olduğunu söylemesine izin verme Forrest. Tanrı herkesin aynı olmasını isteseydi hepimizin bacaklarına tel takardı.”
“Aptallık yapan,aptaldır.”
“Ölüm hayatın bir parçasıdır. Hepimizin kaderinde vardır.”
“Tanrı’nın sana verdikleriyle en iyisini yapmak zorundasın.”
“Hayat bir kutu çikolatadır, içinde ne olduğunu asla bilemezsin.”
Forrest da boş değil. Ondan da birkaç replik alalım;
“Bir çocuğun hatırladığı şeyler çok tuhaftır. Çünkü doğumumu hatırlamıyorum. İlk Noel’imde bana neler aldıklarını ve ilk pikniğime ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum ama dünyanın o en tatlı sesini duyduğum anı hatırlıyorum.(Jenny’i ilk duyduğu zaman)”
“Jenny ve ben, köfte ve patates gibiydik.”
“Kendimi tutamıyorum. Seni seviyorum.”
“İsa’yı bulabildin mi Gump?” “Onu aramam gerektiğini bilmiyordum efendim.”
“Galiba Teğmen Dan bazı şeylerin değiştirilemeyeceğini anlamıştı. Ona sakat denmesini istemiyordu tıpkı bana aptal denmesini istemediğim gibi.”
“Annem mi haklıydı yoksa Teğmen Dan mi, bilemiyorum. Herkesin bir kaderi var mı bilemiyorum, yoksa rüzgara kapılmış gibi tesadüfen oraya, buraya mı sürükleniyoruz?”
“Bence her ikisi de doğru. Belki ikisi de aynı anda oluyor.”
Filmi izlerken Amerikan tarihi hakkında da aydınlanıyorsunuz. Hayata ilişkin kişisel çözümlemeleri, bir devletin yaşamı içinde yapmak mümkün filmde. Suikastların, savaşların ve kahramanların ufak da olsa profili veriliyor.
Film sizi öyle yerlere götürüyor ki bunun sonu yok, izlerken gülmemek, ağlamamak elde değil, yaşam gibi, hayat gibi bir film. İzlemediyseniz kesinlikle izleyin derim, izlediyseniz de tekrar izleyin bir yerlerde bir şeylere cevap kesin bulursunuz.